Ülkede yüksek gerilim yaşanıyor. Hiç de istemediğimiz şeyler.
Değişmek, nasıl olur? “Değiştik” denince ne anlatılır? Bunun içi nasıl
doldurulur? Bu ülkede ikilemler nasıl aşılır? Bu konuda kime, ne
düşmektedir? Halkın istekleri her zaman doğru mudur? Ya da ne kadar
belirleyicidir? Ya da ne zaman dikkate alınmaktadır? İşine gelince,
halk, demokrasi söylemlerinin arkasına sığınılması, hiç de inandırıcı
gelmemektedir. Bazen tepeden inme değişimler de gereklidir. Hem AB hem
de geçmişe özlem ne derece uyumludur?
Son
dönemde süreç başka türlü yaşatılsaydı, bütün bu gelişmeler
yaşanmayacak mıydı? Bütün kurumlar gerekli sorumluluğu gösterseydi ve
değerlendirilseydi… Ayrımlaşmanın tarafları, kendilerini bu ülkenin
aslî unsurları olarak ilân ederlerse böyle olur. Seçim sistemi de,
temsil edilmede problem yaratıyorsa, bu ülke insanının en az yüzde
altmışlık bir çoğunluğu (yüzde kırk da olsa fark etmez) hep ortada
kalacak ve derdini anlatamayacaktır. Bu, sosyolojik olarak azınlık
olma hâli, –sayıca değil- yani, mahrumiyetlere katlanma durumu
sürgitleşirse, “ötekiler” şeklinde kalıverecek olanlar, saç baş
yolmaktan başka bir şey yapamayacaklar.
Toplumu “kendinden ibaret zannedenler kümeleriyle” karşı karşıyayız.
Ülkelerin, partilerin, ailelerin, şirketlerin, kurumların tarihlerine
baktığımızda; yükselme, gerileme, duraklama, yeniden yükselme, batma
gibi süreçlerle karşı karşıya gelindiğini görüyoruz. Tarihi yapanlar
ve seyirci olanlar var. Liderler, kadrolara rağmen gelişim
sağlayabilirler. Kadrolar, doğru yönlendirilemediği, ikna
edilemedikleri sürece doğru sonuçların ortaya çıkmasında etkili
olamazlar. Yeter ki, bir ülke ya da kurum, kifayetsiz muhterislerin
eline düşmesin. Çöküş burada başlar. Kadroların işlevi burada ortaya
çıkar.
Günlük işlerin, zorunlulukların, yararlılıkların; hatta lüzumsuz iş ve
tuzakların ötesine geçemeyen icraatlarla sağlam bir bünye
oluşturulmasına katkıda bulunulamaz. Sürükleyici bir yapı
oluşturulamaz. Doğru kararlar alabilmek için; süreçlerin doğru
kestirilmesi, öngörülü, uz görüşlü, donanımlı, birikimli olmak
gerekir. Oturduğu yerden ahkâm kesenlerin, havaya girenlerin atakları,
her zaman sonuçsuz kalacaktır. Çok yönlü düşünemeyenlerin süreçlere,
süreç yönetimlerine zararları olacaktır. İrade ve refleks ortaya
koyabilmenin şartları oluşturulmamışsa, girişimler ve söylemler havada
kalacaktır.
Ulusların ve kurumların var oluş mücadelelerindeki kırılma noktaları
çok önemlidir. Bu noktada bir ve/veya birkaç kişi, majör bir rol
üstlenir. Sorumluluk onlarındır. Başarısızlıkla sonuçlanırsa, onlar
suçlanır ve yargılanırlar. Başarı ortaya çıktığındaysa, sahiplenen çok
olur. Herkes ekiptendir, herkes kurmay kadrodadır. Özellikle para ve
başarı, paylaşılmak içindir. İnançlı, inançsız ve coşkulu, coşkusuz
herkesle yola devam edilecektir. Elenen, elenecektir. “Altınızdaki yer
sarsılsa da sarsılmadan yola devam etmek zorundasınızdır.” Yalnız da
kalsanız… Mazeretlerin arkasına sığınmadan, çözüm odaklı, zafere
inanarak, aksesuar olmadan, figüran kalmadan, boğuntuya getirmeden,
katlanarak, gerekirse başkaldırıp, gerekirse boyun eğerek, yüz
vurarak, bıkmadan, usanmadan anlatarak, cesaretle mücadele edenler
kazanacaktır. NEYİ? Eee sonra… Ne için?
Rahmetli annemin hep söylediği gibi: “Kim yudu, kim taradı; bu sohbet
kime yaradı?” diyebilmek için. Şu fâni, kahpe dünyaya bir çentik daha
atabilmek için. Değer mi? Yaşamı daha anlamlı kılabilecek bir değer
üretemiyorsanız, var oluşunuzu gerçekleştirebilecek üst amaçlar
edinirsiniz. Her şeyi, hatta kendinizi atlamacasına, gargaraya
getirilmiş bir yaşamın ortasında bulursunuz kendinizi. Bir sürü duvar
örebilir, bir sürü mekanizma geliştirebilir, bir sürü şeyi rasyonalize
ederek belki gerçeklerden belki kendinizden kaçarak yaşayabilirsiniz.
Öyle veya böyle, herkes bir gün köşeye sıkışır ve yüzleşir kendisiyle
mi diyelim? Bu yüksek bilinç hâlini kaldırmak da çok kolay bir şey
olmasa gerektir.
Kendini kandıran insanlar ordusu içinde yarattığımız yapay ve sahte
dünyalarda, kendini doğru bir biçimde ifade etmenin yollarını
arayanlar için ne kadar hareket etme imkânı bulunur? Özellikle bu
ülkede, çığlıkların duyulması için ne yapmak gerekir? Ne caydırıcıdır?
Ne yol gösterici? Bakın, keneler musallat olmuş insanlara…
Zonguldak’ta. İl Sağlık, İl Tarım Müdürlüğü, “Görev alanımıza
girmiyor!” diyor. Belediye de… Kendi olanaklarınızla artık…
Ankara’da, 2000 yılında şehrin göbeğindeki petrol istasyonu, hem baz
hem gaz istasyonuna dönüşmüştü. İnanılmaz çaba harcamıştım. Hem tıbbî
hem hukukî hem bilimsel boyutunu araştırmış, hem de gerekli
başvuruları yapmıştım. Okul ile dipdibe ve benim neredeyse kucağımda
bir baz istasyonu… Nafile çaba göstermiştim…
Sonra evime yakın camide de aynı durum zuhur ediverdi. Hürriyet Ankara
yazıyor; Ümitköy, Çayyolu, Konutkent elektro manyetik kirliliğin
işgali altındaymış. Bravo, yaşamlarımıza kastediliyor. Çayyolu
Platformu Üyeleri, bakandan randevu alamıyorlarmış. Dönem tezi için
ölçüm yapan üniversite öğrencileri, 180 birim yerine 517 birim
kirlilik saptamışlar. Ne gam! “Yüksek gerilim şeytan üçgeni” Yüksek
gerilim hatları, baz istasyonları, mikro dalgalar. Her alanda büyük
bozulma var. Tehdit altında yaşıyoruz.
Anlayışsızlık kıskacında… Duyarsızlık kuşatmasında… Adam sendecilik
sarmalında… Boş verdimcilerin yamacında… Sorumsuzluğun,
vicdansızlığın, ataletin gölgesinde… Adaletin yokluğunda… Sıkıntının
pençesinde… Kandırılmışlığın suskunluğunda… “Ben yaptım, oldu”nun
çaresizliğinde; vurdumduymazlığın, haksızlığın küskünlüğünde…
Anlamsızlıkların, tatlı su kurnazlıklarının boşluğunda... Dostlar
alışverişte görsün kıvamında... Yanlışların tuzağında… “Çevir kazı
yanmasın” makamında... Biriken öfkemizse, hem içte hem dışta zarar
veriyor. “Yağmur yağıyor, seller akıyor. Arap kızı camdan bakıyor.”
Çocukluğum da beni oyalamıyor. Nereye sığınsak? |